Japonya Juu-Ichi
(13 Mayıs 2012)
Japonya'nın belki Tokyo'dan bile ünlü şehri Kyoto, gezilmeden dönülmemesi gereken bir yer. Tüm şehir gezisi boyunca ağzım açık kaldı.
Kyoto!
Ü
nlemi var başlığın zira Kyoto, Japonya’nın özeti gibi bir yermiş meğer…
Buraya gelmeden önce Kyoto’nun ziyaret edilmesi gereken bir yer olduğunu biliyordum ama bu kadar büyük bir kültürel zenginliğe ev sahipliği yaptığını (Bak bak, cümlelelere bak!) tahmin edememiştim.
Kyoto Osaka’nın yanı başında ve son derece uyduruk bir trenle ulaşılabilecek bir yer. Çok çok eskiden Japonya’nın başkentiymiş fakat adını hatırlamadığım bir imparator, “Tokyo’ya gidelim ya, burası sıktı.” deyiverince, Kyoto da sap gibi kalmış. Buna rağmen ben Kyoto’yu Nara gibi daha ufak bir yer sanıyordum ama kocaman bir şehir çıktı karşıma.
Zaten Japonya’da genel bir konu var; mesela bizde eski ve küçük kalan yerler, o havasını biraz korumayı başarır. Burada şehirleşme hemen bölgeyi ele geçiriyor ve eski bir mahalle bile eskiliğini koruyamıyor, atmosferini yitiriyor.
Kyoto da bundan nasibini almış lakin birçok bölgesi var ki hepsi gerçekten birer dünya harikası.
İlk gün şehrin uzaklarına gitmeden, yakındaki bölgelere bakayım dedim ve Gion bölgesi hemen dikkatimi çekti. Gion’un bir gece görüntüsünü göstereyim:
Gion’da dere kenarında yemek yenilecek süper yerler var. Bakın yemek yiyen insanlar şu şekilde kameralara yansıyor:
“Ambiansı” olan bir yer Gion. Üstelik burada gündüz dolaşırsanız, karşınıza kanlı canlı geyşalar da çıkabiliyor. Geyşa’nın tam olarak ne olduğunu bilmeyenler için de özetleyeyim.
Geyşa’lar birçok alanda eğitim alan, yeri geldiğinde çok iyi şarkı söyleyen, yeri geldiğinde her konuda bir şeyler bildiğini konuşmalarında gösteren, maharetli insanlar. Geyşa’lık bir iş kolu aslında ve kültürel de bir olgu. Yani aklınızda Geyşa denilince hemen başka şeyler oluşmasın lütfen!
Gion’dan uzaklaşıp hemen turuncu rengin hükümdarlığındaki Fushimi Inari‘ye gidiyoruz. Burası hakkında hiçbir şey bilmiyordum aslında; sadece birçok katalogda art arda turuncu dikmeler görmekteydim ve onları görmek zorunda olduğumu hissediyordum.
Fushimi Inari, bir dağa yayılmış, kocaman bir mabed olarak önüme serildi…
Girişte hemen birkaç tane tapınak karşınıza çıkıyor ve sonra yukarıdaki meşhur geçitlerin ilkine geliyorsunuz. Ben sanıyorum ki olay o; dahası yok. Yolu takip ettikçe karşıma bu turunculardan o kadar çok çıktı ki, bir noktadan sonra dünyanın en normal şeyiymiş gibi gelmeye başladı her gördüğüm.
Dağı çıktım çıktım, dağ bir türlü bitmedi. Bir noktaya geldim ki artık vahşi doğanın tam olarak ortasında olduğumu belirten bir uyarı çıktı:
“Dikkat! Vahşi maymunlar! Fotoğraf çekmeyin, onlara bir şey vermeyin, yaklaşırlarsa yerden taş alıp atıyormuş gibi yapın!”
Benim de kafamda kulaklık, elimde harita, boynumda foto makinesi, çanta… Maymunların alıp kaçmak isteyeceği her şeye sahibim o an ve bu maymunların hırsızlık konusunda ne denli maharetli olduğunu da Marmaris’teki “Zilli” adındaki maymundan öğrenmiştim. (Örneğim “Kamboçya’daki Simsira adlı maymun” olsaydı daha çok prim yapardım eminim.)
Dağı çıkarken, çıkarken, bu maymunlar da bir yerlerden belirdi sonunda. Benle pek ilgilenmiyor gibiydiler ama sonradan baktım, bana doğru bir gelmek istiyor gibiler ve bir tanesi alenen geliyor! Maymun koşa koşa gelirken, gelişine bir vole vurmuşum…
Maymun uçtu gitti yamaçtan aşağı.
Hikaye böyle olsa gerçekten eğlenceli olurdu (Hayvanseverler de beni linç ederdi.) ama maymuna vurmadım. Onun yerine “kışt, hoşt, höğeeee” gibi garip sesler çıkarttım, o da gerisin geri gitti. Yerden taş alıyor gibi yapmak çok saçma geldi bir an…
Her neyse, dağın en tepesine ulaşamadım zira bir noktadan sonra yönlendirmeler de tamamıyla Kanji olmaya başladı ve kaybolmamak adına, geri döndüm.
Söyleyebileceğim tek şey, Fushimi Inari inanılmazdı.
Sonra soluğu yukarıdaki tapınakta aldım. Burası aslında eskiden birisinin eviymiş ve tüm çevresi de yine ona ait bir araziymiş fakat sonra el değiştirirken falan, World Heritage olmuş.
Kinkaku-ji Temple‘ın en büyük özelliği, ilk ve ikinci katının cephelerinin altın kaplama olması. Ayrıca içerisinde bulunduğu arazi de çok güzel. Bahçeler, ağaçlar, göletler…
Buradan çıktığımda saat 4.20 gibi bir şeydi ve yakında bir tane daha, önemli bir tapınak olduğunu biliyordum. Tapınaklar da 5 dedin mi kapandığı için buradan hızla çıktım ve Ryoan-ji adındaki tapınağa -ki yokuş yukarı bir yerdeydi- resmen koşarak yetiştim.
Kyoto’nun Arashiyama adındaki bir bölgesi daha var ki orası tam anlamıyla bir gününüzü geçirebileceğiniz, apayrı bir bölge. İçerisinde tapınaklar, küçük dükkanlar, kayık gezileri, maymun bahçesi ve daha birçok enteresan şey var.
Kyoto’ya en az 3 gün ayırmak lazım eğer her şeyi koşarak yapmak istemiyorsanız. 4 gün ayırırsanız hele, bir gününde de şahane bisiklet turu yaparsanız.
Japonya’ya gelip Kyoto’yu görmeden olmaz diyorum. Japonya’ya gidecek olanlara duyurulur.
Kyoto'yu görmeden Japonya'yı gezdim diyemezsiniz.
— Ünlü düşünür Tuna-sama