American Dream :: Chapter 1

(5 Ekim 2015)
 

Amerikan kültürünü her gün iliklerimize kadar hissettiğimiz ülkemizde, Amerika'ya gidip de olan biteni gözlerimizle görmeden olmazdı... İlk durak New York City, tek kelimeyle büyüleyiciydi.

 

New York'ta bir hafta

 

H

er ne kadar 2 aylık bir macera olmasa da 15 günlük bir Amerika gezisinin de bir yazıya ihtiyaç duyduğunu düşünmekteyim.

15 gün süren, New York’lu, uçak kaçırmalı, Camaro kiralamalı, California esintili bir gezi!

Saygıdeğer eşim (2022 itibarıyla eski eşim) ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Amerika seyahatinin öncesinden bahsetmek lazım öncelikle. Kararı aldıktan sonra ilk önce şunu dedik: “Düğünden ne kadar altın gelmişti?” İki tane maaşlı çalışan olarak dolar kurunun 2.4 TL olduğu, dolar hakimiyetindeki bir tur için paramız olmalıydı ve sevgili altınlar bize yardımcı oldu. Ne var ki basit hesaplamalar sonucunda bunun yetmeyeceğini de anladık ve başladık para biriktirmeye. Nerede bir 100 TL bulsam anında dolara çevirdim, nerede dolar artmış denilse o noktaya gidip karalar bağladım.

Amerika’ya vardığımızda dolar 2.6 seviyesini göstermekteydi ve bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu.

Her neyse, kalktık gittik havalimanına, check-in’lerimizi yaptık, baktık bizi dört koltuklu orta alana atmışlar, üzüldük. Uçağa bindik, 10 saatlik yolculuğumuza kendimizce hazırlanıyoruz (Kendimizce hazırlanmak: Yanımızdan her geçene bön bön bakıp umarım bunlar yanımıza oturmaz demek.), uçak neredeyse dolma aşamasına geldi. (Dolma aşamasına gelmek: Yaprak sarma değil.) Baktım bizim yanımıza gelen giden yok! Bir umut, gizli bir coşkuyla böyle kalkacağımızı düşünüyorduk ve tanrının ilahi sesi düşük bir frekansta hoparlörden yankılandı:

“Boarding completed”

Dilara (Eşim olur.) ile birbirimize o bakışımızı başka birileri daha gördüyse ne kadar korkunç insanlar olduğumuzu anlamışlardır çünkü 4 kişilik yere iki kişi yayılmanın gizli sevinci artık korktucu bir sevince dönüşüp gözlerimize yerleşmişti.

Ne var ki bu mutluluğumuz uzun sürmedi.

Kalktıktan kısa bir süre sonra çakma sarışın bir hostes bize yanaştı ve dedi ki önde bebekli olan birileri, puseti koltuğa oturtamadıkları için başka bir yere geçmek istemişler falan, bir şeyler. Hostes de dedi ki, “Yer değiştirirseniz sizin için sorun olur mu?” Belki iğrenç bir insanım ama dört kişilik, 4 m²’lik hükümdarlığımızdan da vazgeçmek istemiyordum.

“Bu teklifi kabul etmezsek ayıp etmiş olur muyuz?” dedim. Hostes bunu beklemiyordu ve resmen suratı düştü. Ankara-İstanbul yolculuğu yapmıyorum ki, önümüzde 10 saat var! Hostes de kem küm bir şeyler derken bir baktık öndekiler problemi çözmüş. Kaldı mı 4 koltuk da bize! İşte Amerika rüyası böyle başlamalıydı!

 

 New York’a iniş

 Uçağımız J.F. Kennedy havalimanına yumuşak bir iniş yaptı. Saat olmuş gece 10. İndik, diyoruz ki her şey çok kurallı olacak, Amerika teknolojisiyle bizi tokatlayacak.

J.F. Kennedy havalimanı 1902’de yenilenmiş en son, sonra da dokunan olmamış arkadaşlar. Bizdeki herhangi bir havalimanı kesinlikle daha iyi görünüyor, onu bir mimar gözüyle rahatlıkla söyleyebilirim. Tabii havalimanının görüntüsü umrumuzda olmadı, asıl içeri girerken bize ne gibi sorular soracaklar, neremize kadar aranacağız diye endişeleniyoruz.

Pasaport kontrolde sıra bize geldi ve göbeğini nereye sığdıracağını bilemeyen, sesli nefes alıp işinden çok sıkıldığını belli eden, tipik Amerikalı bir polis memuru yüzümüze bile bakmadan parmak izimizi aldı, hiçbir şey söylemeden de bizi içeri saldı. Şaşırmıştık ama çok da mutluyduk çünkü yaşasın New York!

Havalimanına ulaşmanın binbir türlü yolu olduğunu biliyorduk ve bunlardan biri de metroydu. Tabii hangi hat, o hat nerede, bilmiyorduk. Daha da kötüsü Airtrain adında bir şeye binip o metroya ulaşmamız gerekiyordu ve Airtrain’in ne olduğu hakkında da hiçbir fikrimiz yoktu. Airtrain meğer şöyle bir şeymiş.

 

Bu trene atladıktan sonra ya havalimanı içindeki farklı peronlara ulaşıyorsunuz, ya da metroya. Bakın haritası da şöyle bir şey, çok faydalı olacağım şu an:

 

Burada mesela 7. istasyona gitmeye çalışıp 5’ten trene binerseniz, 7 tarafına gidene binmeye özen göstermelisiniz yoksa 4, 2-3, 1 diye saçma sapan yerlere gidiyorsunuz. İlk aşamada, hele ki bavulunuzla Airtrain’e vardığınızda ve tren istasyondayken yaşadığınız panikle de bu düzeni anlayamayıp mutlaka yanlış yere gidiyorsunuz. Neyse ki bize bir takım Türkler yardımcı oldu da metroya kolayca ulaştık. Metro şehir merkezine hem çok hızlı gidiyor, hem de ucuz. Arada ekspres bir takım tren peronlarını da geçtik ama onlar gereksiz pahalı oluyor, benden söylemesi.

Otelimizin adı Hotel Stanford adında, Times Square’e 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunan, eskice ama donanımı fena olmayan bir oteldi. Şehir merkezindeki oteller genel olarak biraz eskimiş durumda fakat zaten New York’a gidip kim otelde oturur?

Ha bu arada, jetlag konusu var. Biz sanıyorum ki jetlag olmadık geldiğimiz gibi uyuduğumuz için fakat öteki günler şöyle bir döngüye kapıldık, dehşet vericiydi.

Başka bir ülkeye gittiğinizde siz de eminim ki direkt olarak erken kalkıp kendinizi dışarı atıyorsunuz. Biz de bunu yaptık ve çoğunlukla yürüdüğümüz için de belirli bir saatte yorulduk. Arada bir şeyler de satın aldığımız için onları otele bırakmak iyi bir fikir gibi geliyordu. 6-7 gibi vardığımız otelde, “Azıcık dinlenelim” diye yatağa uzanmamız gece 11’de uyanıp, “Uyumuşuz!!!” bağrışlarının otelde yankılanmasına yol açtı. Yol açıp sonuca ulaşsak yine iyi; “Uyumuşuz!” dememizle birlikte tekrar yastığa gömülüp uykuya devam ederek tam iki gün New York’un gecesini göremedik. Üçüncü gün de aynı şeyi yaşıyorduk ki ben aniden yataktan fırladım, tüm ışıkları açtım, Dilara’yı da askeri emirlerle uyandırıp dışarı çıkma işlemini gerçekleştirdim. Gece 12’de dışarıdaydık, ne yapacağımızı bilmiyorduk ama mutluyduk! Buyurun size New York by Night:

 

Tam bir hafta New York’ta olacağımızı bilmenin sevinciyle hemen görülecek yerlerin listesini yaptık, başladık hepsine tek tek gitmeye. İkimiz de Avrupa ülkelerindeki sayısız müzeyi gezmiş olmaktan ötürü müze seyahatlerimizi kısmaya ve daha çok çevreyi görmeye hedeflenmiştik, iyi de bir karar vermişiz.

Central Park‘la başlayalım. Buraya metroyla ulaştıktan sonra yolda hemen bir takım Türkler bize bisiklet iteledi, biz de kanıp hemen kiraladık. Central Park çok büyük olduğu için bisikletle gezmek iyi bir fikir gibi gelmişti ama parka turist olarak gireceğimizi hesaba katmamışız.

Şöyle ki eğer bir New York sakiniyseniz, bisiklet kiralamak daha mantıklı çünkü bu şekilde olayı bir bisiklet gezisine döndürebiliyorsunuz. Biz ise bisikletle girilmesi mümkün olmayan yerlere uğramak için sürekli bisikleti bir yerlere kilitlemek zorunda kaldık ve bisiklet bize kolaylık sağlayacağına resmen zorluk oldu. Ha daha hızlı gittik mi parkta, gitmesine gittik fakat Central Park’a ilk gidişte bence yürüyerek tecrübe etmek lazım.

Central Park’ın bir haritası da elinize tutuşturuluyor ve önemli bazı noktaları gezip bankta biraz oturarak park havasını alıyorsunuz. Bu park etkileyici olmasına etkileyiciydi fakat Viyana’daki devasa parkları görmüş biri olarak çok da yerlerde yuvarlandığımı söyleyemeyeceğim.

 

Central Park dışında New York’ta mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri Brooklyn Bridge. Burası kocaman bir köprü ve üzerinde yürümek de mümkün. Hatta bisiklete de izin var ve bisikletler yürüyüş yolunu kullandığı için (Kendi şeritleri var gerçi de olay karışıyor zaman zaman.) önünüzü, arkanızı kollamanız gerekebiliyor.

 

Ve elbette Times Meydanı… Amerika’nın kalbinin attığı yer… Işıl ışıl bir Amerikan rüyası!

Times Square açıkçası beklediğim kadar renkliydi ama beklemediğim kadar da turistikti. Mesela Tokyo’nun da Times Square meydanı benzeri bir meydanı var; aynı devasa ekranlar, neonlar, ışıklar… Lakin orası şehrin bir parçası olmuş. Times Square ise inanılmaz turistik bir meydan haline gelmiş, New York’ta yaşasanız oraya adım atmazsınız. Her şey biraz suni geldi bana.

Times Square’i elbette gece görmek lazım ve buradaki tüm mağazalar da geç saate kadar açık olduğundan devasa M&M dükkanına girmek, başka yerlerden alışveriş yapmak da olası.

 

Buraya gündüz uğramamızın tek nedeni de Broadway gösterilerinden birine bilet almak içindi. İnsanların oturup Times Square’i şöyle üstten izlemesi için oluşturulan merdivenlerin hemen altında “Son dakika biletleri” satılıyor. Buradan indirimli bilet bulmak mümkün oluyor ve biz de bir tanesine girebilelim diye buraya uğradık. Enteresan olansa bileti bir sokak satıcısından almış olmamız.

Mesela Türkiye’de böyle indirimli bilet satan bir kuruluş olsa ve tam yanında birisi elinde bilet satsa… O kişiyi herhalde orada dövüp evine yollarlar. Amerika elbette medeni bir ülke olduğu için adam orada kendi aldığı biletleri bir hayli indirimli satıyordu ve bir anda akşam 8’e Jersey Boys‘a bilet almış olduk.

Broadway şovlarının biletlerindeki ucuzluk ve pahalılık, oturduğunuz yerin sahneye yakınlığıyla değiştiği gibi uzakta yer alan koltukların diz aralığıyla da belirleniyormuş meğer, bunu da ucuz biletle öğrendik. Bize ayrılan yerde ancak dik şekilde oturursak sığabiliyorduk, neyse ki salon dolu olmadığından daha rahat bir yere geçtik yoksa şovu öyle izleseydik diz fıtığı olabilirdik. (Dünyadaki ilk diz fıtığı!)

Velhasıl, Broadway şovlarından bir tanesini izlemeden New York’tan dönerseniz pişman olursunuz. Biz Jersey Boys dışında Fuerza Bruta‘ya da girmeyi başardık ve Fuerza Bruta için dünyanın en etkileyici şovlarından biri diyebilirim.

Fuerza Bruta’da bir grup insan olarak şov alanının ortasına alınıyorsunuz ve tüm şov, sizin etrafınızda gerçekleşiyor. Müzik canlı oluyor, banttan yayınlanabiliyor, oyuncular size dokunuyor, üstünüze gerilmiş brandada, suyun içinde dans ediyor, bir yerlerden asılıp uçtan uca uçuyorlar ve her şey olup biterken siz de zaman zaman yer değiştirip müthiş bir gösterinin bir parçası oluyorsunuz.

Fuerza Bruta’nın sonunda bir de sürpriz var ve eğer buna hazır değilseniz, sonlarda ortada durmamaya bakın.

New York haftasının hemen başlarında elbette hızla Özgürlük Anıtı‘nı görmek üzere de yola koyulduk. Sanıyorum ki anıtın bulunduğu adaya turlar da vardı ama ona adım atmadık, etrafından dolaşsak yeter dedik.

Amerika zengin bir ülke olduğundan Staten Island adındaki adaya bedava feribot hizmeti sunuyor ve Staten Island yolu üzerinde, çok da yakın olmasa da belirli bir uzaklıktan heykeli görebiliyorsunuz. Biz bu feribot seferinin anıtı görmek için bir tur olduğunu hayal etmiştik nedense ve Staten Island’a vardığımızda, bindiğimiz yere geri döndüğümüzü düşündük. Öyle ki dışarı çıktık, Google Maps’ten bir sonraki hedefimizi seçtik ve bu sırada yürümeye de başladık. Google Maps, “Hocam feribota dön, saçma bir yöne gidiyorsun.” dedikçe, “Herhalde internette sorun var…” diye de inatlaştık. Sonra çevre inanılmaz yabancı gelince yediğimiz haltı anlayıp gerisin geri feribota döndük, bindiğimiz noktaya gecikmeli olsa da ulaştık.

 

Bir başka durağımız, One Tower adındaki gökdelen oldu. Bildiğiniz üzere 9/11 olayları sırasında İkiz Kuleler Amerika tarafından yıkılmıştı. Evet, bu işi Amerika’nın kendi elleriyle yaptığından neredeyse eminim. Yıkılan kulelerin yerine de One Tower ve kardeş kuleleri gelmiş, İkiz Kuleler’in temelleri de kocaman birer havuza dönüştürülerek tüm kenarlarına saldırıda (!) hayatını kaybedenlerin ismi kazınmış. Çalışma çok dokunaklı, devasa havuzla çok etkileyici lakin Amerika’ya bu konuda güvenim yok. Devlet kendi eliyle teröristin bile yapamayacağı büyüklükte katliama imza atabilir; yemiyorum anlatılanları.

 

New York’u New York yapan etkenlerden bir tanesi, farklı bölgelerin birbirinden farklı karakteristikleri olması. Mesela Downtown adındaki şehir merkezi devasa binaların gölgesinde ilerlediğiniz, mağazaların ve restorantların hükümdarlığındaki, kalabalık bir bölge. Soho’ya giderseniz bina yüksekliği düşüyor, sanatsal olaylar artıyor. Wall Street yine büyük binalarla çevrili ve her taraf iş adamlarıyla doluyor. Wall Street‘te görülecek bir tane boğa heykeli var, başka bir şey yok, onu not edin. 

Biz de ne yaptık, kalktık Brooklyn Heights’a gittik. Burada ne var peki? Aslına bakarsanız hiçbir şey yok ve bizim gibi Amerikan dizileri, filmleriyle büyümüş olanlar için çok tanıdık bir görüntü var: Klasik Amerikan evleri! Hayır, o suburb’lerdeki bahçeli, müstakil evler değil bunlar. Bunlar aşağıdaki fotoğrafta da görebileceğiniz gibi birkaç merdivenle çıkılan, birkaç dairenin bulunduğu, ağaçlar içindeki muhteşem evler. Brooklyn Heights o kadar insancıl, o kadar güzel bir hisse sahip ki direkt olarak bir ev sahibi olma hayaline kapılıyorsunuz. Sokaklarda yürümek, sadece evin merdiveninde oturmak bile bir keyif. Biz resmen kafayı yedik, o kadarını söyleyeyim.

 

Ve son olarak Harlem‘i ziyaret ettik. Aslında buraya özellikle gitmiyorduk ama Columbia University’ye çok yakındı. Columbia University de öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya kampüsüne adım atabildiğiniz, hoş bir üniversite. Buraya ulaşmaya çalışırken geçtiğimiz caddeler, sokaklar da gayet hoştu, gayet modern ve yeniydi. Üniversite’den çıktıktan sonra, sadece birkaç sokak gidince ise çevre tamamıyla değişti, her taraf siyahilerle doldu!
Harlem artık eskisi gibi tehlikeli olmasa da yer gök siyahi olunca insan biraz afallıyor. Başka yerlerde fotoğraf makinemi sallaya sallaya dolaşırken burada daha ihtiyatlı olmam gerekti misal. Harlem’e de Apollo Theater adındaki eski bir sinemayı ziyaret etmek için gittik. Bk var! Hayır böyle diyorum çünkü o sinema da bir halta benzemiyordu, neyine Harlem’in içinde dolanıp durduk, bilemiyorum.

 

Müzeler

Bu konuya ayrı bir başlık açıp heyecan yarattım değil mi? Oysaki girdiğimiz iki müzeyi de bayağı bir hızlı dolaştık sanırım. Metropolitan’ı es geçip direkt Guggenheim ve MoMa‘ya daldık. Guggenheim’ı biliyorsunuz ünlü mimar Frank Lloyd Wright tasarladı ve müzeyi gördüğünüz saniye, “Vay be demek ki buymuş ünlü Guggen…” diyorsunuz. Biz dedik en azından…
Guggenheim radyal (Böyle bir kelime var mı?) bir müze. Hani Ankara’da, Kolej’in orada çok katlı otopark var ya; onun radyal çıkış ve inişi gibi aynen.

Seviyeyi yeterince düşürdüm mü? Bence evet.

Guggenheim’da yavaş ve emin adımlarla, dönerek yukarı doğru ilerliyor ve bu sırada birçok sanat eserine göz atıyorsunuz. Sanat eserleri elbette modern sanat ve bunların yanlarında yazanları okumazsanız bir şey anlamanıza imkan yok. Öylesine eserler var ki, bir takım evdeki eski malzemeler bir araya getirilmiş ve bir instalasyona dönüştürülmüş. Eğer bunun yanındaki açıklamayı okumazsanız, yanlışlıkla çöpe gitmesi gereken bir şeyin orada yer aldığını düşünebiliyorsunuz.
Modern sanata merakım olmadığı gibi modern sanattan anlamadığımı da Guggenheim sayesinde keşfettim. Şimdi aşağıda birkaç fotoğraf göreceksiniz, bunlara baktıktan sonra tekrar konuşalım.

 

Gördüğünüz gibi Guggenheim’da birbirinden muhteşem modern sanat eserleri sergileniyor…
Gerçekten bana kabız deyin, anlamıyor deyin ama yani bunlar nedir?! Modern sanata ilgi duymuyorsanız burada ancak mimariye bakmak keyif verebilir diye düşünüyorum.

MoMa‘nın da Guggenheim’dan çok farkı yoktu ama kesinlikle daha etkileyici eserlere ev sahipliği yapıyordu. Yoko Ono’nun sergisi de buradaydı ve kendisinin bir noktadan sonra tam olarak delirdiğini de anlamış bulundum.
MoMa’nın şahane de bir dükkanı var lakin buraya bol parayla girmek lazım. Satılan ürünler çok güzel ve genellikle de pahalı. Daha doğrusu dolar kuru yüzünden bize pahalı oluyor. Amerikalıysanız no problem. (Amerikalıysanız bu yazıyı nasıl okuyorsunuz?!)

Yemek mevzusu!

Önce şu fotoğrafa bakın. Düşünün ki şunu yemeden önce fotoğrafını çekebilmeyi başardım; nasıl da irade sahibiyim!

 

Bu gördüğünüz hamburger, Amerika’da bolca bulabileceğiniz fast food zincirlerinden biri olan Shake Shack‘e ait. Shake Shack yıllar önce ufak bir yiyecek arabası olarak hizmet vermeye başlamış, daha sonra bir dükkan olmuş, oradan da kopup bir zincir haline gelmiş. Buranın hamburgerleri o kadar lezzetli, o kadar doyurucu ve o kadar mükemmel ki şu yemek yemiş halimle, şu anda bir tanesini anında indirebilirim! Bir de bunun yanında eritme peynirli patates kızartmaları da isteyebiliyorsunuz ki, of… Şu an bittim, elveda.

Shake Shack’in yanında Five Guys adında bir zincir daha var. Burası Shake Shack’e göre daha uyduruk bir görüntüye sahip ama lezzet olarak Shake Shack’ten daha iyi olduğunu bile söyleyebilirim. Dükkanda sadece tek bir tip burger var ve size ancak kaç köfte istediğiniz soruluyor. Bunun ardından içine neler koyulacağını seçiyorsunuz; yok domatestir, turşudur, sostur… Bunların hepsi bedava ve kimsenin de ağıza sığmayacak bir burger istediğini de görmedim. Five Guys da gerçekten müthişti, eğer elinizde varsa şu an Shake Shack’ten vazgeçip Five Guys hamburgerini de yiyebilirim!

New York’ta başka bir fast food zincirine uğramadık. Burger King’i unutun, o zaten yoktu bile ortada. Wendy’s deseniz yine çok azdı. McDonalds hiçbir şekilde umrumda olmadı; bir yerlerde var idiyse bile görmedim.

Fast Food’un yanında New York’ta çeşitli “diner“ları denedik ve buradaki lezzetlerin bir çoğu Türkiye’ye yakın olduğundan asla yabancılık çekmedik. Zaten döndükten sonra çok garip bir soruyla karşılaştım çeşitli kişilerden, o da şuydu:

“Yemek konusu zorladı mı?”

Bunu Tayland’a gidene sorun, Japonya’ya, Katmandu’ya uçana yöneltin ama biz hali hazırda Türkiye’de Amerikan yemeğine boğulmuşken, bu soru çok saçma oldu. Önünüze gelen menülerin hiçbirinde bilmediğimiz bir malzeme, bir isim yoktu, öyle diyeyim.

New York, yemek konusunda tek kelimeyle coşmuş bir yer. Nereye adım atsanız bir restorant, bir kafe, bir şey var. Çoğunun içi de güzel, lezzeti de. Bakın bu konu da çok önemli; Amerika’da mekanların içi zaman zaman hiçbir şeye benzemiyor ama yemeklerin kalitesinden asla ödün verilmiyor. Bizde ne çok dış görüntüsü iyi ama yemekleri boş mekan var, değil mi? Amerika’da bunu görmek çok zor işte.

Epilogue

New York muazzam bir şehir. Daha uçakla yaklaştığımızda, şehri havadan gördüğümüzde gözlerimize inanamadık. O kadar ışıl ışıl ve o kadar büyüktü ki… O an bu şehrin 24 saat yaşadığını anlamıştım, içine girince de bu düşüncelerim değişmedi.
Şehir o kadar güzel, o kadar hareketli ve o kadar düzenli ki… Çoğu insan New York’un büyük bir kaos olduğunu söylüyor ve bunu söyleyenler İstanbul’da, yazın 42 derecede Mecidiyeköy’de otobüse binmeye çalışanlar. New York kaos ise, İstanbul cehennemin yeryüzünde yüz bulmuş hali, öyle diyeyim.
Kaos nedir biliyor musunuz? Kaos düzensizliktir. Kaos metronun olmamasından kaynaklanan trafiktir. Kaos yaya geçitlerinin varlığından bir haber olan sürücülerdir. Kaos Türk halkının büyük bir bölümünün kural tanımazlığından gelen karmaşadır. Kaos Türk halkıdır.
New York binlerce, milyonlarca turist ağırlıyor ve ne bir noktadan diğerine giderken zorluk yaşıyorsunuz, ne karşıdan karşıya geçmek için yolda canınızı tehlikeye atıyorsunuz, ne bozuk metro sinyalleriyle karşılaşıyor, ne saçma trafik kazaları yüzünden gitmeniz yere gidemezlik ediyorsunuz.
Bunlardan öte, sıradan bir Ankara’lı olarak elbette New York’un o “yaşayan” hali beni inanılmaz etkiledi. Dünyadaki tüm olanaklar resmen bir şehre sıkıştırılmış. Restorant mı? En alası var. Cupcake mi istediniz? Sprinkles‘ın cupcake bankamatiği hemen şurada. Rahatlamak mı istiyorsunuz? Central Park’ın en sessiz köşeleri her zaman sizi kucaklayabilir. Giysiler, markalar, çeşitler… Hepsi Macy’s‘de olabilir. Sadece Broadway şovlarıyla bile aylarca eğlenebilirsiniz.
Tüm bunları etkileyici yapansa özgürlük. Hayatınızda görebileceğiniz en abuk subuk tipler New York’ta ve onlar orada, abuk subuk değiller.
Abuk subukluk Türk toplumunun saçma sığlığı, saçma gelenek görenek adı altındaki bağnazlığıyla ortaya çıkmış bir olgudur.
İnsanlar New York’ta istediği gibi yaşıyor, istediği gibi giyiniyor, kimsenin ne dediğini, ne düşündüğünü umursamıyor. Peki çivisi mi çıkmış ortamın? Aksine bu “abuk subukluğun” içinde ilk defa yaşadığınızı hissediyorsunuz.

Yaşamasının da bir bu anlattığım kadar keyifli olacağını düşündüğüm New York seyahatini takiben Los Angeles’a, oradan Las Vegas’a ve finalde de San Francisco’ya geçtik.
Bunlar ve daha fazlası da American Dream! Chapter 2’da. (2’yi İngilizce okudum.)

Kısa sürede görüşmek üzere!

 


New York'u görmeden bu dünyadan göçüp gitmeyin.


— Bir Broadway şarkısı

Şuralardan birinde paylaşasım geldi