American Dream :: Chapter 2
(10 Ekim 2015)
New York'tan sonra iyice batıya doğru gidip Los Angeles, San Francisco ve Las Vegas'ın altını üstüne get- Pek öyle olmadı ama güzel gezdik...
LA! San Francisco! Las Vegas!!!
U
zun uzun New York’u anlattıktan sonra sıra geldi Amerika’nın batı kısmını anlatmaya. Tam 15 günlük bir seyahat planlamıştık ve bunun 1 haftası New York, geri kalanı da Los Angeles, Las Vegas ve San Francisco olarak vuku bulacaktı.
Ne var ki New York 8 güne çıktı, Los Angeles’tan bir gün yemiş olduk. Nedeni de basit:
Uçağı kaçırdık.
Yıllarca Ankara’da yaşayıp oranın trafiğine ve işleyişine alışınca, “1 saat önce orda olsak yeter.” gibi bir rahatlığa da kavuşuyorsunuz -ki bunun New York’ta işleyeceğine neden inandık, nasıl inandık bilmiyorum. Gayet de öğlen saatlerinde olan LA uçağımıza gitmek üzere yola çıktık, hangi metronun gittiğinden de aşırı emin olduğumuz için o hattaki ilk trene atladık. Yolculuğun ortalarına doğruysa korkunç gerçekle karşılaştık: Meğer o metro sadece yarı yola kadar gidiyormuş, havalimanına ilerlemiyormuş. Bırakılan son duraktaysa havalimanına giden otobüsler olduğunu öğrendik, içimiz rahatladı.
Rahatlamaz olaydı!
Otobüse bindik, yavaştan gidiyoruz. Henüz de vakit var. Ben de neredeyiz diye Google Maps’i açtım, laf olsun diye bakıyorum. Bir yön aldım ki gözlerim yuvalarından fırladı; bindiğimiz otobüs, yol kısa olmasına rağmen tam bir saatte havalimanına varıyordu zira 1500 tane durakta duruyordu ve aşırı yavaş gidiyordu. Dedim inip taksiye binelim ama hiçliğin ortasındayız. Öyle böyle derken 35 dakika kala havalimanına vardık ama elbette bizi uçağa almadılar. Böylece de hayatımdaki ilk ve tek uçak kaçırma hikayesini Amerika’da yaşamış oldum, şahane bir tecrübeydi.
Durum böyle olunca biz de diğer günün ilk uçuşuna bileti ayarladık ve sabah 7 uçağı için gece 4’te havalimanında olduk. Korku böyle bir şeymiş işte…
Los Angeles
Los Angeles’a vardığımızda şahsen apayrı bir heyecanım vardı zira LA’in toplu taşıma düşmanı bir şehir olduğunu duymuştum ve araba kiralamanın iyi olacağını düşünmekteydim. Bu bağlamda da Amerika’ya gitmeden araba işini Dollar adındaki araba kiralama firmasından hallettim. “Amerika’ya bir kez gidiyorsun, Ford Fiesta da kiralama…” dedi içimdeki bir ses ve “Ford Mustang veya benzeri” seçeneğini işaretledim. Düşünün ki LA ve altımda Ford Mustang var! Muhteşem olacaktı her şey!
Uçaktan indikten sonra valizleri toparladık, bizi bedavaya araba kiralama yerine götürecek olan otobüsü beklemeye başladık. Otobüs geldi, Dollar’a ulaştık -ki bayağı da uzakmış meğer. Güzelce bir sıra bekledikten sonra bizi otoparka uğurladılar. Bakıyoruz kocaman bir açık otopark, birileri var ama görevli adına bir şey yok. Bayağı Türkiye o an orası, öyle söyleyeyim. Hatta Türkiye’de daha ilgili bile davrandıklarını söyleyebilirim. Nihayet bir görevli gördük, bize bir noktaya gitmemizi söyledi. O noktaya vardığımızda da iki kadının bir bordo Camaro‘ya bavul sığdırmaya çalışıp başarısız olduğunu gözlemledik. Bu sırada görevli de geldi ve kadınlar, “Bu araba işimizi görmedi, take it if you want.” dedi. Tabii orada ben hayatımda ilk defa 2015 model Camaro görüyorum, “Abla gözünün yağını yiyim.” deyiverdim bile. Eşim ise daha cool’du, “Mustang yok mu elinizde?” dedi. Görevli, “Hepsi boyaya gitti, sorry.” dedi ve ben zaten o sırada Camaro’ya atlamıştım.
Tabii bizde de bir bavul hadisesi vardı ama en azından bir tanesinin bagaja sığacağından emindim.
Bagaja hiçbir bavul sığmadı, elimizdeki poşeti koyduk.
Neyse ki arka koltuğa sığdırdık her şeyi, bastık LA sokaklarına attık kendimizi!
Hayır, böyle de olmadı. Altımda beygirleri yutmuş bir araba, bende bir stres… İlk sokağa girdiğimizde hızım 30Km idi, 15. sokağa saptığımızda da değişen bir şey olmadı. Nedense çok korkmuştum ama otobana adım attığımızda her şey değişti, artık yollar benimdi!
Bu arada şu Camaro’yu da koyayım da havamız olsun, bir dakika.
LA, New York’un aksine öyle yürüyerek dolaşılabilecek bir yer değil. Zaten kocaman bir şehir, görülmesi gereken yerler de bölgelere ayrılmış. İşin enteresan tarafı Downtown, yani şehir merkezinde görecek bir şeyin de olmaması. Düşünün ki oraya hiç uğramadık bile.
Tabii ki de ilk ziyaret noktamız Hollywood olacaktı. İlk akşam koşa koşa oraya gittik ama tam olarak caddenin ismi ne falan onu da bilmiyoruz, Hollywood sandığımız büyük bir caddede yürümeye başladık. Bakıyoruz sağa sola, pek de bir şey yok. Saat de erken henüz, dedik herhalde henüz canlanmamış ortam. Yürürken, yürürken iyiden iyiye doğru yerde olmadığımızdan şüphelenmeye başladık. Meğer bir alt caddede yürüyormuşuz hıyar gibi, her şey üst taraftaymış.
Hollywood’da bir dolu bar, dükkan ve Walk of Fame bulunmakta. Bunları Chinese Theater izliyor, daha da bir şey yok. Walk of Fame, yere Hollywood yıldızlarının isimlerinin yazılması olayı. Yolda yürürken sürekli birilerinin isimlerine basıp “Aaa, bu Meryl Streep’e bastım!” falan şeklinde cümleler kuruyorsunuz. Chinese Theater da ünlü filmlerin gösterilmiş olduğu bir yer, çok bir numarası yok. Walk of Fame üzerinde yürürken en dikkat çeken olay ise kenarda duran cosplay’ciler. Bakın ne demek istediğimi anlatayım:
Hollywood güzeldi elbette ama öyle günlerce gidilecek falan bir tarafı da yok. Renkli bir cadde gibi düşünün. Zaten aşırı da turistik olmuş.
İkinci gün de bindik arabaya, ver elini Santa Monica ve Venice Beach. Ha bu arada biz LA’in 120 derece falan olacağını sanıyorduk, bir gittik ki 26 derece. Resmen akşamları üşüyoruz ama millet alışmış, terlik şort dolaşıyor. Ben de inat ettim, dedim denize bile girerim.
İlk olarak Venice Beach’e uğradık. Buranın olayı devasa bir plaj ve hemen berisindeki sayısız dükkan. Yemek yiyecek yerler mi istersiniz, terlikçiler mi, bong satıcıları mı, size medikal kart verebilecek olan ot mekanları mı… Bildiğiniz üzere LA’de ot içmek serbest. Fakat bunun medikal bir kullanım olduğunu kanıtlamanız da lazım. O yüzden o mekanlardan birine girip, “Ben çok fena oluyorum içmeyince…” diyor ve kartı kapıyorsunuz. Biz o işlere girmedik, merak ediyorsanız şimdiden söyleyeyim.
Venice Beach’te birçok dükkana girip saçma sapan şeyler almaya çalıştıktan sonra ilk okyanusa giriş deneyimimi yaşadım. Şunu söyleyebilirim ki okyanus çok saçma. Böyle büyükçe dalgalar kıyıya vuruyor, haliyle büyük olduklarından çer çöp yosun hepsini de içeriğinde muhafaza ediyor ve siz de bulanık bir suda denize girdiğinizi sanıyorsunuz. Hele ki Datça’yı da gördükten sonra buradaki denizin tam bir bullshit olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Venice Beach’i terk ettikten sonra Santa Monica’ya uğradık. Zaten iki bölge dip dibe. Santa Monica’da da kocaman bir sahil bulunuyor ve bu sahile GTA’dan da aşina olduğunuz dev iskele konuçlandırılmış. İskelenin üzerinde bir dolu yiyecek içecek yeri var ve hatta kocaman da bir lunapark oturtmuşlar. Dönme dolabıyla, roller coaster’ıyla, denizin üstünde eğlen coş!
Venice Beach de, Santa Monica da LA’e gidince mutlaka görülmesi gereken yerlerden zira görecek başka yer yok. LA’de yaşıyor iseniz de şöyle rahatlamak için, birileriyle buluşmak için falan çok ideal gibi geldi bana. Bir gün yaşarsam belki uğrarım yine.
LA’deki son durağımızsa tüm gün süren bir Universal Studios turuydu. Burası için inanılmaz heyecanlıydım çünkü çok övülmüştü. Ne var ki zamanı için muhteşem bir yer olduğunu düşündüğüm Universal Studios, birçok anlamda geri kalmış. Düşünün ki hala Waterworld‘ün canlı şovu var, hala Simpsons trenine biniyorsunuz, hala The Mummy‘nin turu var… Üstelik birkaç dakika süren turlara katılabilmek için gerçekten 1.5 saat kadar sırada beklediğiniz oluyor. Tüm gün süren maratonun %80’i bekleyerek geçiyor, haberiniz olsun.
LA’de başımıza gelen en iyi şey belki de oraya taşınmakta olan arkadaşım Elif Akça Öztuna‘yı görmek oldu. Evlerine buyur ettiler bizi sağ olsunlar ve LA’de yaşasak nasıl bir arkadaş muhabbetinde olabileceğimizin küçük bir demosunu gösterdiler bize, gayet hoşuma gitti. Geliyorum Elif bekle!
Las Vegas
Ve LA’den ayrılıp Las Vegas’a doğru yola çıktık. Dört saat kadar süren bir araba yolculuğundan bahsediliyordu ve arabaya atlayıp bir Road Trip yaptık adeta. Her yerde “Radar var!” tabelaları da görmedik değil ama araba güçlü, ben durdursam o gidiyor… Bir noktadan sonra tabelaları hiçe saydım, neyse ki ceza da yemedim.
Las Vegas’a varmadan önce Ghost Town adında bir bölgenin tabelaları belirmeye başladı. Dedim buraya gitmek lazım. GPS’in yönlendirmesini de dinlemeden saptım Ghost Town’a ve 50’ler temalı bir Diner’a doğru yola koyuldum. Bu diner da belki Amerika’da gördüğümüz en güzel şeylerden biriydi…
50’ler havasının muhteşem bir biçimde yansıtıldığı bu diner, saçma bir şekilde beni de eşimi de duygulandırdı. Ortam o kadar klasik Amerikan ortamı ki, feci bir tanışıklık içindeyiz. Dedim ne oluyor bize… Fark ettim ki yıllar boyunca Amerikan hayatı bize o kadar işlemiş ki filmlerle, başka görüntülerle, resmen tanıdığımız, bildiğimiz bir yeri bulmuş gibi hissettik. Evet, çok saçma ama resmen böyle olmuş. Konunun bilimsel adı da American Exceptionalism, merak ediyorsanız okuyun derim.
Bu diner’da acayip bir hamburger yiyip iki kocaman meyveli payı da yanımıza aldıktan sonra Las Vegas’a doğru tekrar yola çıktık ve MGM Grand adındaki 7000 odalı otelimize vardık. MGM Grand için otel demek yanlış olur; bir AVM’nin üstüne otel inşaa edin, alın size MGM Grand. İçinde food court’u, dükkanları ve başka bir ton olanağı bulunan MGM Grand, elbette ki tüm Las Vegas otelleri gibi kocaman da bir kumarhaneye ev sahipliği yapıyordu. Biz de ne yaptık, hemen oturduk bir masaya…
Durum şu ki eğer Las Vegas’a 100 dolarla giderseniz ne yapacağınızı bilemeden kalıyorsunuz çünkü o 100 dolar saniyeler içerisinde yok oluyor. Temizinden 1000 dolarınız olacak, işte o zaman masadan masaya sekebilirsiniz. Masalarda genellikle en düşük bahis oranı 10$. Genellikle de 15$ ve 20$’lık masalar var. Kollu makinelerse artık kollu değil, bir tuşa basıp duruyorsunuz. Onlardaki bahis miktarları daha da az ama o makinelerin hileli olduğundan adım gibi emin olduğum için onlarda da anında para kaybediyorsunuz. İşin özü Las Vegas’a parasız gelirseniz, yapacak çok da bir şey yok maalesef.
San Francisco
Yani yokuş nedir, doyasıya yaşadık San Francisco sayesinde. Diğer tüm şehirlerde en azından bir cadde boyunca rahatça yürüyebiliyorduk ama San Francisco buna izin vermedi. Bu bölge başka bir ülkede olsa herhalde derhal terk edilirdi zira burada yaşamaya çalışmak biraz delilik. Eğer altınızda araba yoksa, daha da iyisi paranız yoksa San Francisco’da var olmanız mümkün değil.
San Francisco’da -ki bu şehrin adını yazmak zor- eskice bir otel sayılabilecek The Andrews Hotel‘da kaldık. Şehrin merkezinde olması bayağı hoştu, her yere kolayca ulaştık neyse ki.
Bu şehirde görülmesi gereken belli başlı yerler Union Square adındaki meydan, Çin Mahallesi, Golden Gate Köprüsü ve Fisherman’s Wharf. Ayrıca dünyanın kalan tek manuel tramvayına da binmek gerekiyor, yoksa dövüyorlar.
Union Square bildiğiniz bir meydan. İsterseniz burada tüm gün oturup çeşitli sanat faaliyetlerini (Yani: Gelip gitar çalan gençler.) izleyebiliyorsunuz, isterseniz de akşam gelip rahatça ot içiyorsunuz. Ha şayet ki meydanda alkol tüketirseniz direkt polis geliyor. Ot serbest, alkol yasak. Çok mantıklı…
Union Square’de kocaman bir Macy’s var, onun en üst katında da The Cheescake Factory. Buradan eğer bir tatlı yemezseniz pişman olursunuz, haberiniz olsun. Üstelik mekanda yemek de var, yemeğin üstüne tatlıyı da gömebilirsiniz, karar sizin.
Gelelim Cable Car olayına. Belirli bölgelere giden bu tramvay, artık bir ulaşım aracı değil, turistik bir öğe olmuş. Ulaşım aracı olabilmesi için 5700 kişilik bir kuyruk olmamalıydı mesela ama var. Bu cihaza binebilmek için temiz 1.5 saat bekledik ve binerken de şu sözler kulağımıza çalındı:
“The cable car is broken, we will be going halfway.”
Yani diyor ki, “Hocam bi’ yerde bizim de anlamadığımız bir bkluk oldu, yolun tamamını gidemiyoruz.” Tabii o kadar beklemişiz, bindik alete. Normalde yürümenize imkan olmayan yokuşları çıkması ve normalde temkinli bir şekilde ineceğiniz yokuşları ölüme gidermişçesine inmesi, tüm olayı beklenmeye değer bir hale getirdi, pişman olmadık.
Bu arada San Francisco’da bir günlük, üç günlük ve bir haftalık gibi kombine biletler satılıyor. Bunlarla tüm gün tramvaya, metroya ve otobüslere ekstra bir ücret ödemeden binebiliyorsunuz. Lakin San Francisco, pek de toplu taşıma dostu bir şehir değil. Metroyla gidilebilecek yerler kısıtlı, otobüsler deseniz nereden kalkıyor, nereye gidiyor, şehre yabancıysanız hiç bilemiyorsunuz. O yüzden kombine bilet almamanızı öneriyorum çünkü çok daha süper bir ulaşım aracı var ortamda ve o da Uber‘dan başkası değil!
Uber bir nevi taksicilik olayı. Gerçek taksiciler yerineyse Uber uygulamasını indiren normal insanlar birer taksiye dönüşüyor. Uber’ı açıyorsunuz, diyorsunuz ki şu noktaya gideceğim, size bir fiyat veriyor program. Eğer uygun derseniz en yakındaki Uber sürücüsü sizin bulunduğunuz noktaya doğru yola çıkıyor. Bu sırada siz de hangi model bir araç geliyor, kim kullanıyor, programda görebiliyorsunuz. Biz bu şekilde 4-5 kez kadar kullandık Uber’ı. Bir kişinin kapısını kırıyorduk, çok ters baktı. Bir başka kadın bize su ikram etti, içtik zehirlenmedik. Uber Amerika’da muhteşem çalışıyor, haberiniz olsun.
Tabii Uber’ı tam keşfedemediğimiz bir vakit de oldu ve o sırada da Golden Gate Bridge‘e gidelim dedik. Bunun otobüsünü bulmak için resmen terler döktük ve lanet olasıca otobüs de bizi bir yere kadar götürdü, indik, başka otobüse bindik.
Golden Gate genel anlamda kırmızı bir köprü. Uzun ve kırmızı. Bölgeye gittiğinizde bir de Golden Gate dükkanına rastlıyorsunuz, başka da bir şey yok. Gerçekten başka bir ülkede olsa kimse köprü görmeye gitmek ama artık nasıl işledilerse beynimize, San Francisco’ya gidince ilk yapmamız gereken şeyin bu köprüyü görmek olduğuna kanaat getirdik. Siz de bu şehre uğrarsanız bu köprüyü göreceksiniz muhtemelen ama çok da bir şey beklememek lazım.
Golden Gate’den sonraki durağımız Lombard Street adındaki ünlü sokak oldu. Şehrin diğer yokuşlarından farklı olarak burası çiçeklendirilmiş ve yokuş da yılan formuna büründürülmüş, mekan turistik bir doku haline gelmiş. Burada eviniz olsa 1 milyon dolardan fazla bir paraya satacağınızdan eminim ama zaten böyle bir olasılık yok. O yüzden bu sokakta yaşayanlara bakıp, “Bu yokuştan çıkılır mı her gün…” diye fesat düşüncelere dalıyorsunuz.
San Francisco’nun en çok övülen yerlerinden biri olan Çin Mahallesi’ne arkadan girmek suretiyle korku dolu anlar yaşadık. Buranın son derece Çin usulü bir tak ile süslenmiş bir girişi var normalde ama biz ortadan bir yerden daldığımız için mahallenin en saçma yerine girmiş olduk. Yalnız Çin mahallesi gerçekten Çin mahallesi; hiç öyle laf olsun diye verilmiş bir ad değil. Bu mahalleye saptığınız anda Amerikalılar ortadan yok oluyor ve her taraf Çinlilerle doluyor. Ve elbette turistlerle… Çin mahallesinde sokağı süsleyen fenerler akşam yanmıyor, bunu bilin. Birçok dükkan da direkt olarak turistlere yönelik Çin malları satıyor, bayağı Çin’e düşmüş gibi hissediyorsunuz.
Turu San Francisco ile tamamlayıp evimizin yolunu tuttuk, bu sırada da pek hareketli bir şey olmadı.
Pardon oldu ve saçma bir şekilde 3 aktarma yapınca bavullarımız kayboldu. Toptan kaybolunca çok endişelenmedik, birimizinki çıkıp diğerininki yok olsaydı durum daha korkunçtu bence. O bavullar da birkaç gün sonra geldi, muradımıza erdik.
Nihayetinde kararımız şu oldu: New York muhteşem bir şehir, LA eh, Las Vegas bir dekor ve San Francisco yokuşları olmasa şahane.
Las Vegas'a 100 dolarla girmeyin, çok üzülürsünüz.
— Bir fakir atasözü